Hayatı Blogluyoruz!

Salı, Nisan 17, 2012

Sana muhtacım - Bridgerton 6


When He Was Wicked - Sana muhtacım

Bridgerton 6



Okuyalı hatırlayamacağım kadar zaman gemiş olmasına rağmen çıkacağını duyduğumda bir yorum da benden olsun; şimdiden tanıtımı olsun diyerek klavyenin başına geçtim.



Michael Stirling Francesca Bridgerton'u görür görmez aşık olur.
Bu karşılaşmanın Francesca'nın soyadının Stirling olmasından sadece 36 saat önce olmasını bir yana bırakırsak ne yazık ki kuzeniyle evliliğini kutlamak içindir.
Evvet doğru okudunuz, babası öldüğünde ona bakmış ailenin oğlu, kardeşi kadar sevdiği kuzeni John'un eşi oluyor Francesca.
Yani asla baştan çıkaramayacağı kadına umutsuzca aşık şen çapkınımız(ki ona 'merry rake' diyorlar), içten içe dertli, suçlu, yalnız adamımız.
Kader ağlarını (daha doğrusu Julia senaryoyu) şöyle örüyor; John iki yıllık evlilikten sonra hayata veda eder.
Geride onun mallarını değil eşini isteyen kuzenine ve eşine bol acı bırakarak.
Artık Francesca hariç her şey Michael'ındır.
Francesca teselliyi Michael'da arar ama umutsuzca sevdiğiniz insanın size gelip bir başkasının acısını paylaşmasını sizde istemezsiniz, bir düşünün.
Ve dört yıl 'gözden ırak gönülden de ırak' diye kendini yaban ellerde avutan Michael geri döner tam da Francesca John'u unutmaya karar verip bir bebek için evlilik hazırlıklarına başlarken.
bu sırada Francesca da ona baktığnda bir dost değil yakışıklı bir erkek görmektedir.
Nasıl ne oldu demeye kalmadan bir gece Francesca'yı kollarında bulan Michael fırsatı değerlendirmeden edemez, en çok da kendi duygularına şaşıran Francesca da kaçar.
Araya giren Colin "evlen gitsin" demese Michael hala yok kuzenimin eşi, yok aslında beni sevmiyor diyerek dövünecekti ama Francesca'nın peşinden giderek yetti kızım ben seni seviyorum, sen de beni sevmesen de ahlaksızlığımı seviyorsun dedi.
Tabi tam olarak böyle olmadı olaylar, Francesca; o Bridgertonların en sinsi ve içe kapanık olanı tabi Michael'a göre en güzel olanı için aşk John'dan sonra hem de bu kadar güçlü bir şekilde kendisini bulamaz diyerek kendini geri çekiyordu.
Ama merak buyurmayın. Tutkulu anlar, Francesca'nın istemem yan cebime koy hallerinden sonra mutlu sona kavuşuyoruz nihayet.
En güzeli de Francesca artık seni seviyorum dese bile inanmayacak olan Mİchael'ın bunu tarafsız bir şekilde duyabilmesini, bizim de aşk itirafıyla kendimizden geçtiğimiz sahneydi.
Bir JQ fanı olarak ve bir Bridgerto ailesi sever olarak diyebilirim ki bu en güzel hikayelerden biridir.
'şahane bir kadının gizli günlüğü'nden bilenler bilir, JQ karşılıksız aşkı çok güzel yazar ve yazmış.
Kaçırılmaması gereken bir hikaye, ancak belirtmeliyim Bridgerton ortamında çok geçmiyor kitap.
Burada diğer kitaptaki gibi aile sıcaklığını bulamayabilirsiniz; Francesca benim okuduğum kadarıyla daha kendine dönük bir karakter ve yaşadıklarını pek kimselere yansıtmıyor.
Annesiyle dertleştikleri bölümü katmıyorum tabi ki.
Yine de yazar araya Sophie ile Eloise'in Michael'ı çok kızdıran yardımlarını, Colin'in tavsiyelerini ve anne-kız dertleşmesini koyarak mahrum bırakmamış bizi.

Ne zaman çıkar tam bir bilgim yok, baskıya girmiş diye duydum sadece
ama ay sonuna kadar elimizde olur umarım.

Salı, Şubat 21, 2012

Kristine Rolofson Part 3

Öncelikle şu yazımdaki kitap ile Kristine Rolofson ile tanışmış olup şu yazımdaki kitapları ile de ahpaplığımızı ilerletmiş bulunduğum özetini yeni okuyanlara geçerek internette bulduğum diğer kitaplarını da anlatıp bu yazarı senin takdirine bırakıyorum artık.


Uğurlu Fırtına

Pek yardımsever, güzel sesli, meşhur olma hayallerinde kızımız yolda arabasına aldığı kadın bebeğini ona bırakıp kaçınca birde fırtınada kucağında bebek yolda kalınca al bi yardımsever daha dedirterek esas oğlanla karşılaşır.
Adamımız eşini kaybetmiş yalnız kovboy (aslını isterseniz şerif) gel evime ısınırsın, belkim beni de ısıtırsın der ve gayet sıcak geçen gecenin ardından ben bebekle ilgilenirim, yolunu da temizledim hadi sana güle güle diyerekten bahtsız şarkıcıyı yollar.
Kız bundan sonra o geceyle ilgili bir şarkı yapar, ünlü mü ünlü olur. Şöhretin bir bedeli de vardır tabi.
O da bir zamanlar fakir ama gitarlı bir kız vardı diyerekten geri döner, adamı arar.
Bıraktığı yerde bulamasa da hikaye bu, yazar onları kavuşturur.
Bundan sonrası ise odun mu odun bu şahsiyet kızı yer yer kıracak; yer yer öpecektir. Çok çok beğendim diyemesem de okunmalıdır.

Sevginin Tanımı



Bir düğün mahvolasın diyerek yanlış kızı kolundan tuttuğu gibi sürükleyen adam birde bakar ki beraber geçirilen o kadar az zamandan sonra aşık olmuştur.
Kızımız ise ürkek keklik misali hem yaklaşıp hem kaçarken yok ben buralardan gidicim, yok denizcilerle ilişki yaşamicim triplerindedir.
Bu böyle kitap boyunca devam eder, ben de artık okumicim dediysem de mutlu sonu görmeden bırakmicim der devam ederim.
Yine çok çok beğendim diyemesem de okunabilir dicim.






Sahte Balayı

Kitaba bu ismi veren kişi, iyi misin? Nereden alaka kurduğunu düşününce az tahmin edebiliyorum, tamam ama bunu başlık yapacak kadar neyin kafasını yaşadığını çözebildiğimden pek emin değilim.
Velhasılıkelam okuyucu, isimden çok farklı bir hikayeye sahip bu kitap.
Bende neyin lafını yapıyorsam, sanki bundan başka her kitabın adı cuk oturuyormuş gibi. Çeviri ve basım hataları hala yayınevlerimizin kötü alışkanlıkları maalesef; ne diyelim Allah kurtarsın kardeş.
Konumuz ise kısaca esas kızımızın işinden ve nişanlısından ayrıldıktan sonra az uzaklaşayım diyerek meraklı meraklı soluğu Londra'da almasıyla başlar.
Thorne malikanesinin önünde aileden kalma broşuyla dikilirken de Thornecrest Dükü ile karşılaşacaktır.
Dük ise bu turistin peşinde hediye dükkanları dolaşmak istemiyordur fakat büyükannesi o broşun onların ailesine ait olduğunu söylüyordur.
Arada önemsiz-daha doğrusu icraatsız- ama Londra'nın gezilesi güzelim mekanlarının adı geçen olaylardan sonra kendilerini taşradaki malikanede bulan ikili artık bir çatı altındayız yeter diyerek aralarındaki çekime izin verir.
Broşun olayı ne, kız sen burda kal gitme, hırsız büyükkanne ve tabisi aşk ile güzel bir son seni bekler.
Yazarın en beğendiğim Sahte Lord kitabına benzer bir hikayeydi, ben sevdim okuyucu.

İyi Okumalar..

Pazar, Şubat 12, 2012

Şeytanın Ölüsü 2




Eski yeni tüm gerilim korku filmlerini izlemeyi sevdiğimden hatta ve hatta şimdikilerin efektleri iyi olsada eski korku filmlerindeki işleyişi daha çok beğendiğimden 1987 yapımı Şeytanın Ölüsü 2 filmini duyunca indirmek için ne kadar uğraştığımı tahmin edersiniz.
Demek ki birinci çok beğenilmiş de ikinci çekilmiş diye de düşünmedim değil ama siz buna aldanmayın.
Bir ilkokul arkadaşımla izlediğimiz 1 saat 20 dk boyunca gülmediğimiz bir an olmadı inan okuyucu.
İzleme demiyorum; aksine izlemelisin ama korku namına bir şey beklememelisin.
O eski yapım filmlerden esinlenmeler sevdiğim tarzda ögeler yok değildi ama senaryonun okusam daha etkilenebileceğim yerleri sinematografi açısından hayrete düşürüp kahkahalar attırdı bana.

Neyse sıkıcı eleştirmen tarzımı bi yana bırakıyorum.
Olay kısaca şu; çiftimiz ıssız orman içinde bir eve tatile gider.
Orada antik tarihçi mi ne bir adamın bıraktığı kaydı dinlerler.
Kayıtta bulduğu bi kitaptan sözler okur adam kanda estrada hokus pokus lu bi şeyler.
Kitabı da bi görün nasıl tipsiz.
Bu sözler şeytanı serbest bırakıyor ve olaylar başlıyor.
Adamın kesilen eli kızın gömülen kafası çıkıyor her yerlerden bir de tek odalı görünen kulübemiz adam kaçarken yüz odalı çıkıyor sonra yeşilden tutun maviye kadar her renk kan görmek mümkün.
Yok şimdi bunları okuyunca soğudun sen filmden; izle ama.
Hatta bir dostunla izleki keyifli saatler sonunda birbirinizden akan gülme kaynaklı göz yaşlarını silersiniz.

Zombiler, testere kollar, rambo tarzlari da yok değil izleyiciyi coşturacak.
Ama öyle de bir sona sahip ki diyorsunuz şartlar farklı olsaydı filmin ortaları başka olaydı...
Yönetmen Sam Raimi baş rolümüzz ise Bruce Campbell
ikisinin de başka işlerini bir araştıracağım; ilerleyen zamanlarda sana dönerim okuyucu.
Birinciyi biraz aradan sonra başka bir arkadaşla izleyeceğim bakalım...

Görüşmek üzere!

Çarşamba, Şubat 08, 2012

Sevginin Bağladıkları


Aşka inananları, kader-kısmet tutturanları ne varsa eskilerde var diyerek bir klasik haline gelmiş Sleepless in Seatle izlemeye davet ediyorum.
1994 Nora Ephron (yine Meg Ryan'ın oynadığı güzelim film When Harry Meet Sally'nin de yapımcısı) imzalı filmimiz de eşi ölen, duygusal, çocuklu adam Tom Hanks o çok bilmiş oğlunu da alarak Seatle'a gider ve acısını yaban ellerde çekmeye çalışır.
Derken bu çok bilmiş bir o kadar da tatlı yavrucak bu işe bir dur deme amacıyla dinlediği radyo programını arar ve ne kadar aşk meraklısı radyo dinleyen hatun varsa Hanks'e hayran olup yurdun dört bir yanından mektup yağmuruna tutarlar.
Bu kadınlardan birisi de taaa Baltimore'dan Meg Ryan'dır.
Sevmediği bir alerjikolik ezikle nişanlı Meg neyin nesi olduğunu bilmediği, yüzünü bile görmediği bu adama bir şeyler hissetmektedir.
Tesadüfler, toplumun nabzını tutan replikler ve kader kısmet işleri onları Empire States Bulding'in tepesinde birleştirebilecek midir?
İzleyip görüyoruz.

Bana 80'lerin gölgesinde 90'ları anımsatan filmde kıyafetlerden tutun da mekanlara, aktivitelere kadar tam bir dönem filmi olup senaryo ancak filmlerde olur dedirten tesadüfler ile geleneksel; günlük konuşmalardaki realistlik ile modern sayılabilinip klasikler listemde yerini almıştır; üç yıl önceki ilk izleyişimden beri.

Bir de filmde çok bahsi geçen Cary Grant'cığımın devleştiği eserlerden de biri olan, ayrıca Deborah Kerr'li tam bir klasik, Leo McCarey'in 57 yapımı 'An Affair to Remember'ı da bir gün kendime bir güzellik yaparak tekrar izleyip burada yorumlamak dileğiyle.

Sevginin Bağladıkları
Sleepless in Seattle

İyi Seyirler Okuyucu...
7,5/10






Pazar, Şubat 05, 2012

Kristine Rolofson Part 2

Şu yazımda çok beğendiğim kitabından sonra günde bir harlequin alışkanlığıma Kristine Rolofson'un nette ne kadar kitabını buldumsa indirip okuyarak devam etmekteyim okuyucu.

İşte o kitaplar ve yorumları;

Hüzün ve Sevinç


Baştan belirtmeliyim ki, yazarın okuduğum ilk kitabı olan Sahte Lord'dan sonra bunu o kadar sevemedim hatta aynı yazar mı ya diye tekrar tekrar kapağa baktım ama tavsiyeye değer görüyorum.
Baş kahramanımız anne-babası tiyatro oyuncusu olduğundan bu düzensiz yaşamı sevmemiş, uzak durmaya çalışmıştır.
Gel gör ki ailesinin rol aldığı bir oyunda tanışıp aşık olduğu adam da bir tiyatrocudur.
Adam şehirler gezip bu meslekte devam etmek isterken bizim ki üniversite okuyup öğretmen olacağım diye tutturunca ayrılırlar.
Meğersem kız hamile olduğunu öğrenmesin mi! Bu durumu hayallerinin peşinde şehir şehir dolaşan adama söylemez ve kızını kendisi büyütür.
Buraya kadar da problem yok.
Derken gittikçe büyüyen kızı da tiyatro diye tutturursa ve rol alacağı müzikalin yönetmeni eski aşkı, çocuğunun babası çıkarsa varın gerisini siz okuyun :)



Teksas'taki İkinci Adam


Bu kitabında da babasını arayan bir bebekle karşımıza geçen KR, farklılık olarak araya birbirinden tatlı kovboy kardeşleri katmış; ne de iyi etmiş.
Aile olarak acayip sevdiğimi; o çiftliğin adresini bulan olursa bana gelsin, boşta olan kardeş için giderim diyebileceğimi bilirim.
Hikaye komşusuna bebeğini babasına götüreceğim sözü vermiş kızımızın komşu ölünce yollara düşmesiyle başlar.
Tek bilinen doğum belgesinde J. McLintock ve Texsas yazdığıdır.
Sorun ise ailedeki erkeklerin hepsinin adının J ile başlıyor olmasıdır.
Bebeğin babası kim, bir kovboy ile aşk tehlikeli midir, bir de miras meselesi ki sormayın; en iyisi okuyun :)


Aşkı işleyişi, eğlenceli diyalogları ve güçlü olay örgüsü ile KR'nin bu kitabı kesinlikle tavsiyemdir.


Masallardaki Gibi


Victoria dönemini yansıtan güzelim evinde kimsesiz çocuklara bakarak güvenli yaşamını sürdürmektedir kadın karakterimiz oda kiraladığını söyleyen yakışıklı bir iş adamı kapısını çalana kadar.
Meğersem birinin üvey diğerinin esas anası böyle bir dümen ile onları bir araya getirip evlendirmek istemektedir.
Oysa birinin babası gibi sadece işini düşünen biriyle evlenmeye niyeti yoktur, diğerininse büyükbabasının mirasına rağmen herhangi bir kadınla uğraşacak zamanı...
Bakalım onca çocuk, bir miras meselesi, yakışıklı bir adam, güzel bir kadın ve iki işgüzar anne ile işler nasıl gelişecek?
Okumalısın diyorum.


Kristine Rolofson kitapları yorumları devamı yine bu hafta içinde gelecek okuyucu...
Görüşmek üzere :)

Perşembe, Şubat 02, 2012

Batman: Kara Şövalye


Evvet okuyucu filmimiz 2008 yapımı o zamanların çok konuşulmuşu 2saat 25dk.lık Dark Night ile buradayım.
O zamanlar blog falan yok tabi arkadaşlarla yorumlardık hep filmleri.
Bir Christopher 'Nolan filmi olan Kara Şovalye ise konuş konuş bitiremediğimiz malzemeye sahipti.

'American Pyscho'dan tanıdığımız ve daha bir çok başrol ile izlemeye devam ettiğimiz birinde bahtsız sihirbaz da olan Christian Bale canlandırıyor batmani ve jokerciğimi de erken ayrılarak hepimizi üzen 'Ten Things I Love About You'dan tanıyıp sevdiğimiz Heath Ledger canlandırıyor.
Kadroda daha birçok tanınmış oyuncu ve Morgan Freeman da var eklemeliyim.
Müzikler de süpper; yine tanıdık bir isim Hans Zimmer imzalı.
Ama Heath Ledger isminde bir duralım.
Joker'im benim o.
Bu filmin onun yüzünden yeri bende ayrıdır; söylememişmiydim?
Kötü adamlara zaafım var :)

Derken bir banka soygunu ile heyecanlı başlar film, ordaki bir adamı Prison Break'den gözünüz ısırabilir.
Elinde silahı çılgın olan; hemen ölüyor zati, boşverin.
Birbirini vurur herkes veee "insanı öldürmeyen şey; tuhaflaştırır" ile joker işi bitirir.
Koççumm benim be makyajına kurban :)
Filmin temposu da kalp hastalarını göçürecek cinsten ilerler; hemen başka karede hasta kaldığım gel yarim ol arkana hercaim yazdırayım arabası ile hadi pelerini anladık süper kahramansın da o kulaklar ne la yarasadan hallice batman'imiz sahtelerine müdahale eder.
Onun o tüm teknolojik aletlerine de göz koydum.
Motorlu arabası gibi, sahiplenen çıkmasın yani.
Sonra bir mahkeme sahnesi ve yine karizma davranışlar; o savcının böylesinden sonra hukuk okumayı düşünmedim değil yani.
Anlayacağın filmdeki adamların hepsi başrol, karakter akıyor jestlerinden bile.
Neyse inanın her sahneyi anlatmak isterdim; hele paralarını çaldığı mafyaların arasına dalan jokerin gülüşünü paragraflarla anlatabileceğim gibi fakat sıkılmanızı istemem.

Ama o nasıl bir havadır kendi partisine en son o geldi uçakla üç tane de fıstıkla dedirten Bale'den de son bi bahsetmezsem olmaz.
Birde batman, iyi adam savcı ve lan hepiniz niye ona yazıyorsunuz diye film boyunca herhangi bi özelliğini aradığım kız arasındaki aşk üçgeni jokerin zekice bir oyunuyla bitiyor da başka şeylere de konsantre olabiliyorum.

Sonuç olarak filmde iyiler kötü olunca iyi batmanimizde kötü anılmayı seçiyor ve artık kahraman değil kara şövalye oluyor.
The Dark Knight ismi de buradanmış yani...
Öylesine atraksiyonlu bir film için the orta-karar end diyebileceğim son ile film bitiyor.

Son alıntım ile ben de veda edeyim;
"ya bir kahraman olarak ölürsün ya da yeterince uzun yaşayıp haine dönüştüğünü görürsün"

İyi Seyirler Okuyucu...



Dip not; neden bizim ülkemizdeki zenginlerin de böyle hobileri yok?
Paranız pulunuz var madem gidin kahraman olun.
Terörle savaşın falan, ne bilim işte işe yarayın...

Çarşamba, Şubat 01, 2012

Kristine Rolofson - Sahte Lord


Bir harlequin tanıtımıyla daha karşılarınızdayım okuyucu.
Hikayemiz İngiltere'deki tarihi evleri gezmek için yanında çok çalıştığını düşündüğü yakışıklı, somurtkan ve karizmatik oğlunu da sürükleyen benim gibi aristokrat yaşamlara meraklı bir annenin gittikleri Longford Konağında bir odayı gezerken bayılmasıyla başlıyor.
Bu oda hikayeye biraz paranormallik katsa da genel olarak komik ve romantik sahneler ağırlıkta.
Bu sahneler de karşılarına tüm güzelliği ve asaleti ile konağa gelen misafirleri ağırlayan, Lordunu arayan Leydi Longford'un çıkmasıyla yaşanacaktır.




Daha çok anlatmak istemiyorum bir-iki alıntı vereyim, gerisini sen getir:

"Bunlardan istediğini seçebilirsin." Sam botlara değil Leydinin dekoltesine bakıyordu.
"Bu senin giydiğin gecelik mi yoksa elbise diye de giyiliyor mu?"
"Geceliklerim farklıdır, bu elbise." dedi elinde bir çizmeyle doğrulurken.
"İyi de bu elbiseyi giyince yere eğilmesen daha doğru olur bence."
Lizzie kızarmıştı. Dekoltesini çekiştirip biraz yukarı çıkarabildi. "Kusura bakma, bu elbiseyi giymeye alışık değilim de... Hafta sonuna biraz çekicilik kazandırmaya çalıştım."
Çekiciydi tamam. Sol taraftakini tam görememişti ama yine de çekiciydi. Sam olabilecek tüm değişiklikleri hissediyordu vücudunda.
"Misafirlerin yanında fazla eğilme, onlara düşündüğünden daha cömert olabilirsin."
"Tamam, anlaşıldı. Sana yardımcı olmaya çalışıyordum."
"Bu kadar açılmasaydın daha çok yardımcı olabilirdin; şu dar pantolona sığmama."

***

Elizabeth "Sen benimle alay mı ediyorsun?" derken sesi siniriydi.
"Başbakan bu gün kraliçeyle dünya ticaretindeki gelişmeleri konuşacakmış."
"Seni çay saatine kadar ortalıkta görmek istemiyorum."
"Bak Covent Garden da yine bir bomba patlamış." Sonra gazeteyi indirerek sordu. "Çay kaçta?"
"Üçte ve sakın o zamana kadar yoluma çıkma."
Sam bir parmağıyla çenesini kaldırarak dudaklarına bir öpücük kondurdu. Bir gece önceki kadar yumuşak, çekici tatlıydı.
"Bunu bir daha yaparsan..."
Kapıda misafirlerden birinin belirdiğini görünce "Sevgilim" dedi Sam. "Şimdi sevişmeye vaktim yok, bırak da kahvaltımı bitireyim."
Elizabeth Sam'in kulağına eğilerek "Bir daha bana dokunursan seni parçalayıp kızartarak akşam misafirlere yediririm." dedi.

Kitabı internet üzerinden e-book olarak bulmanız mümkün, okunması tavsiyemdir.
Bende yazarın diğer kitaplarına bir göz atacağım bakalım ;)
Görüşmek üzere okuyucu.